Çok kutuplu dünya ve Türkiye üzerine bir deneme / Haberin Peşinde Urfa
Dünya hızla çok kutuplu hale geldi. Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı askeri harekât ile birlikte bazen birbirine doğrudan bağlı dolayısıyla birbirini tümden bazen de kısmen etkileyen üç mücadele alanı ortaya çıkmıştı.
Dünya hızla çok kutuplu hale geldi. Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı askeri harekât ile birlikte bazen birbirine doğrudan bağlı dolayısıyla birbirini tümden bazen de kısmen etkileyen üç mücadele alanı ortaya çıkmıştı. Birincisi, Ukrayna’daki çatışma, ikincisi, dünya medyasında ve sosyal medyada yaşanan amansız savaş ve üçüncüsü de dünyayı çok kutupluluğa dönüştürmeye çalışan başta Rusya ve Çin gibi devletlerle çok kutupluluğun kendi yararına olacağını düşünen diğer ülkeler bir yanda, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) /Batı hegemonyası altındaki tek kutupluluğu devam ettirmeye kararlı olanlar da öte yanda olmak üzere başlayan ve artan bir dozda devam etmekte olan kıyasıya mücadele.
ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Tayvan ziyareti çok kutupluluğu tam anlamıyla perçinlemiş oldu. ABD’nin dünyanın pek çok bölgesinde gri alanlar oluşturarak bunlardan faydalanma siyasetinin bir parçası olarak bir taraftan “Tek-Çin Politikası”na sadık olduğunu söyleyip öte taraftan ise Tayvan’daki ayrılıkçılara destek vermesi ve bu yolla Çin’i rahatsız etmeye, gelişmesini yavaşlatmaya hatta mümkünse bir vekâlet savaşıyla meşgul etmeye çalışması çok kutupluluğa dönüşümü durdurmaya yetmedi ve muhtemelen yetmeyecek.
ÇOK KUTUPLU DÜNYA DÜZENİNİN ÖZELLİKLERİ
Askeri strateji ve güç dengeleri açısından dünya siyasi tarihi genellikle çok kutuplu olagelmiştir. İkinci Dünya Savaşı gibi çok büyük kayıplar ve yıkımların ardından oluşan “İki Kutupluluk” başlangıç aşamasında ideolojik unsurlarla da desteklenecek şekilde oluşmuş ve zamanla bu ideolojik tarafı kaybolmasına rağmen (Çin-Sovyet ihtilafı, Komünist Yugoslavya’nın Sovyet Bloku içinde yer almaması vs…) ABD ve müttefikleri ile Sovyetler Birliği ve müttefikleri arasında 1990’lı yılların başına kadar devam etmiştir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ABD’nin Avrupalı ve Asya-Pasifik müttefikleriyle birlikte oluşturduğu ve Amerika’nın dünyanın her tarafında güç gösterebildiği dönem ise kabaca yirmi ila otuz yıl arasında sürmüş ve bu tek kutupluluğa kafa tutan Rusya ile Çin gibi devletlerin itirazları ve tek kutupluluğun kendi ulusal çıkarlarına zarar verdiğini düşünen diğer ülkelerin çabalarıyla/direnişiyle sona ermiştir. Kısacası çok kutupluluk dünya tarihinin hemen hemen her döneminde yaşanmış; buna karşılık iki kutupluluk ve tek kutupluluk ise istisnai dönemler olarak ortaya çıkmış ve göreceli olarak çok kısa dönemlerde geçerli olmuştur.
Şimdiki çok kutuplu dünyanın en önemli özelliklerinden biri, tek başına Avrupa veya Batı merkezli olmayışıdır. Yaklaşık beş yüzyıl geriye gittiğimizde Rönesans-Reform hareketleri ile kültürel/düşünsel alanda, yeni kıtaların ve ticaret yollarının keşfi, Avrupa merkezli ticaretin artması, endüstri devrimi ve silah teknolojisinin gelişmesiyle birlikte Batı’nın daha doğrusu Avrupa’nın ekonomik ve askeri açılardan yükselişini görürüz. Önce İberik Yarımadası’nda Portekiz ile başlayan ilerlemeler sonradan İspanya ile devam ederken, yaklaşık bir yüzyıl sonra önce Fransa’nın, ardından da İspanya Veraset Savaşları sonrasında İngiltere’nin yükselişine tanık oluruz.
Kıta Avrupa’sında Almanya ve doğuda Rusya hızla güç kazanırken İtalya’nın Avrupa Büyük Güçleri’nin en küçüğü olarak sisteme katılması ve Avusturya-Macaristan’a dönüşerek ekonomik/askeri açılardan Büyük Güç olarak orta Avrupa’nın merkezinde yer alan Habsburg İmparatorluğu ile Birinci Dünya Savaşı’na giden yüzyıllar tipik çok kutupluluk örnekleriyle doludur. Birinci Dünya Savaşı sonlarında Büyük Güçlere ABD’nin de dâhil olması çok kutuplu yapıyı ve bu yapının Batı merkezli olduğu gerçeğini değiştirmemiştir. 19. yüzyılın son çeyreğinde Japonya’nın hızlı yükselişi çok kutuplu dünyanın Avrupa merkezli olmadığını iddia etmek için örnek gösterilebilir; ancak, Japonya hiçbir zaman Avrupa merkezli çok kutuplu dünyanın neredeyse tümüne kafa tutacak güç ve büyüklüğe hiçbir zaman ulaşamadı. Avrupa merkezli çok kutuplu dünyanın denge aktörlerinden biri olarak İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar varlığını devam ettirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise özellikle 1960’lı yıllardan itibaren ve bilhassa 1980’lerde olağanüstü bir ekonomik performans göstermesine rağmen iki kutuplu ve tek kutuplu dünya düzenlerinde ABD’nin uzantısı olarak kalmaktan öteye gidemedi.
Bugün içine girdiğimiz çok kutupluluk ise kesinlikle Batı merkezli değil. Çin tek başına böyle bir tanımlamaya izin vermeyecek kadar büyük ve güçlü. Kendilerini Batı olarak tanımlayan ülkelere göre Rusya da Batılı veya Avrupalı olmayan bir güç. Öte yandan çok kutuplu dünyada kendi ulusal çıkarlarına göre hareket edeceğinin işaretlerini veren Hindistan birlik ve berberliğini koruyup kalkınmasını sürdürebilirse Çin ile Rusya’ya ilaveten çok kutuplu dünyanın Süper Güç olarak tanımlayacağımız devletlerinden birisi olmaya aday. Aynı değerlendirmeleri, aynı ihtiyat payıyla Brezilya için de yapabiliriz.
Mevcut çok kutupluluğun önemli bir başka özelliği ise Süper Güçlere ilaveten çok sayıda Orta Büyüklükte (Medium Size) devletin varlığı olsa gerektir ki, bunların bazıları (örneğin Türkiye) belli konularda ve bölgelerde dengelerin şu veya bu grup ülkeler lehinde veya aleyhinde değişmesine etki edebilecek özelliklere/kabiliyetlere sahiptirler. Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin pek çoğu (Almanya, Fransa, İtalya, İspanya) veya İngiltere, Türkiye, İran gibi devletler bu kategoride yer alacaklardır. AB’nin bir arada kalıp kalamayacağına göre bu ülkelerin etki alanları daha belirgin bir şekilde ortaya çıkabilir. Neticede bir Soğuk Savaş oluşumu olan AB, çok kutupluluğun sert rüzgârlarına dayanamayıp dağılabileceği gibi üye ülkelerin ulusal çıkarlarını daha fazla önceleyecekleri etkisiz bir birlik şeklinde varlığını sürdürebilir.
Önümüzdeki yıllarda şekli ve içeriği daha da belirgin hale gelecek olan çok kutuplu sistemde daha önceki dönemlerde oluşturulmuş normlar, birliktelikler ve ittifaklar ayakta kalamayabilir veya ayakta kalsalar bile eski özelliklerini büyük ölçüde kaybedebilirler. Örneğin, Birleşmiş Milletler (BM) sisteminin belkemiğini oluşturan Güvenlik Konseyi, daimi üyelerin pek çok konuda veto haklarını birbirlerine karşı kullanmalarından dolayı kilitlenip işlevsiz hale gelebileceği gibi NATO ve AB de önemli oranda değişime uğrayabilir. Çok sayıda üyeyi barındıran, resmi olmasa da fiilen dünyanın çok geniş bir coğrafyasında etkili olmak isteyen ve hâlâ genişlemeye çalışan NATO’nun İttifak Anlaşması’nın 5. maddesinin aktive edilmesini gerektirecek bir senaryoda kolaylıkla karar alabilmesi epeyce zorlaşacaktır.
Mesela Ukrayna’daki çatışmalar sırasında Polonya ve Baltık ülkelerinin Rusya’nın ateşine maruz kalacak bir şeyler yapmaları üzerine 5. maddenin otomatik olarak yürürlüğe konulmasına Türkiye’nin itiraz etmesi gayet olası olduğu gibi Türkiye’nin bir saldırıya uğraması halinde pek çok Avrupalı devletin de ciddi isteksizlik içerisinde olacağı söylenebilir. Avrupa ve Amerika’nın bir yandan Çin öte yandan da diğer Uzak Doğu ülkelerinden gelen ekonomik rekabetle mücadelede oldukça zorlandıkları böyle bir dönemde AB üyelerinin çok sıkı bir dayanışma içinde hareket edeceklerini beklemek de fazla iyimserlik olur.
Çok kutuplu dünyada bölgesel iş birlikleri, bölgesel ittifaklar ve bölgesel çatışmalar da muhtemelen artacak ve savunma sanayi ön plana çıkacaktır. Dolayısıyla NATO gibi çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ve çok sayıda ülkeyi barındıran ittifaklar yerine daha az sayıda ülkeden oluşan ve amaçları çok daha belirgin ittifaklar görebiliriz. Aynı durum AB için de söz konusu olacaktır.
TÜRKİYE NASIL BİR YOL İZLER?
Çok kutuplu dünyada Türkiye belki de dünyadaki en kendine özgü ülkelerden biri olacaktır. Coğrafyanın dış politika ve güvenlik stratejilerini belirleyen en önemli faktör olduğunu göz önüne alacak olursak Türkiye’nin kendine özgü taraflarıyla bir yandan NATO’da kalmaya devam edeceğini öte yandan da Amerika ve Avrupa ülkelerinin tehdit algılamalarından çok farklı olarak kendi dış politika ile güvenlik politikalarını oluşturacağını ve bu açılardan Ukrayna savaşında olduğu gibi Kolektif Batı’nın otomatik parçası gibi hareket etmeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Sonuçta Türkiye açısından Rusya bir düşman veya tehlikeli bir rakip olmaktan ziyade ekonomik ve ticari alanlarda potansiyel bir ortak, siyasi/diplomatik meselelerde iş birliği yapılması gereken bir komşu ve hatta savunma sanayiinde ortak projeler yürütülebilecek bir Süper Güç konumundadır. Benzeri değerlendirmeleri Türkiye-Çin ilişkilerinin geleceğine dair de yapmak mümkündür.
Buna karşılık Türkiye’nin tehdit algılamasında başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler ya birinci sırada yer almakta veya Ankara açısından öncelikli bütün dış politika sorunlarında (Kıbrıs sorunu vb.) Türkiye’nin rakipleriyle birlikte hareket etmektedirler. Amerika’nın Orta Doğu’da dört devletin (Irak, Suriye, Türkiye ve İran) sınırlarını değiştirerek Kürdistan kurmaya çalışması Türkiye-ABD ilişkilerini tam bir çıkmaza sokmuş durumdadır. Terör örgütü PKK’ya açıktan sağladığı silah desteği kamuoyunu tam anlamıyla Amerikan karşıtı hale getirmiş ve Washington’ın Kıbrıs meselesinde Yunan/Rum tarafının yanında yer alması ve Biden’ın 1915 olaylarını “soykırım” olarak değerlendiren açıklamaları Türk-Amerikan ilişkilerinde şiddetli bir depreme neden olmuştur. Amerika’nın Ankara ile ilişkilerinde başta CAATSA yaptırımları olmak üzere pek çok konuda açık veya örtülü ambargolara başvurmaktan çekinmemesi ikili ilişkileri adeta yönetilemez hale getirmiştir. Bu sebeple Türk kamuoyunda sıklıkla “Amerika müttefikimiz ise düşmanımız kim?” sorusu gayet meşru bir şekilde sorulmakta ve hemen hemen her kötü olayda sorumlu Amerika olarak görülmektedir.
Amerika’nın 15 Temmuz darbe girişimine verdiği açık destek veya takındığı ikircikli tavır Türk kamuoyundaki bu algıyı pekiştirmiş ve Washington’ın Erdoğan eleştirisi üzerinden Türkiye’nin ulusal politikalarına karşı geliştirdiği eleştirileri etkisiz hale getirmiştir. Kısacası Türk-Amerikan ilişkileri iki NATO müttefikinin olması gereken ilişkilerinden oldukça uzakta olup Amerika’nın Türkiye’ye ilişkin politikalarını toptan gözden geçirmemesi halinde kısa ve orta vadede toparlanacak gibi görünmemektedir.
Türkiye’nin Batı ile yaşadığı sorunlar sadece Washington ile de sınırlı değildir. Yukarıda anılan bütün konularda AB’nin pek çok ülkesi de Ankara’ya karşı benzeri tavırlar sergilemekte ve bu nedenle Türkiye NATO içindeki veto hakkını bu ülkelere karşı kullanabileceğinin işaretlerini vermektedir. Son olarak İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılmak istemesine Türkiye’nin prensip olarak karşı çıkmamakla birlikte hem bu iki ülkeden PKK/PYD/YPG ve FETÖ konusunda kapsamlı taleplerde bulunması ve bunları bir Mutabakat’a bağlaması hem de Amerika’dan belli isteklerde bulunması bu sürecin başlangıcı gibi görünmekte olup ciddi bir toplumsal desteğe sahiptir. Yani İsveç ve Finlandiya’nın üyelik başvurusunun başlangıç aşamasında Batı basınında bilerek isteyerek çarpıtıldığı gibi mesele Erdoğan ile sınırlı değil; doğrudan Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla alakalıdır ve son zamanlarda Batı basınında artan oranlarda yapılan yorumlarda istemeye istemeye kabul edildiği gibi Türkiye NATO’daki veto kartını birçok konuda müttefiklerine karşı kullanmaya devam edecek görünmektedir.
Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Türkiye, Batı ile ilişkilerinde yaşadığı sorunlar dolayısıyla mı Çin, Rusya gibi çok kutupluluk için mücadele veren ülkelerden yana gibi hareket etmektedir? Bu sorunun cevabı oldukça çetrefil olmakla birlikte Türkiye’nin Soğuk Savaş içinde bile 1964-84 arasında NATO içinde kalmasına rağmen Sovyetler Birliği ile ekonomik/ticari ilişkilerini olabildiğince geliştirerek bundan faydalanmasını bilen bir ülke olduğunu vurgulamak gerekir. Çok kutuplu bir dünya düzeninde bunun katbekat fazlasını sadece Rusya ile değil aynı zamanda Çin ile de yapması mümkün görünmektedir. Öte yandan NATO üyeliğini sürdüren Türkiye İran gibi Amerika ve Batı dünyasının sürekli yaptırım uyguladığı ve İsrail’in düşman ilan ettiği bir ülkeyle de tıpkı İsrail ile olduğu gibi ikili ilişkilerini ulusal çıkar temelinde geliştirebilmektedir ve buna devam edecektir.
Kısacası Türkiye, çok kutuplu dünyada çok yönlü bir dış politika izleyecek gibi görünmektedir. Bu dönemin başlangıcında Batı dünyasının çok kutupluluğu engelleme çabalarına katılmamakta; tam tersine, NATO içinde kalmasına rağmen Batı’nın yaptırımlarına dâhil olmayarak Çin ve Rusya’nın dünyayı çok kutuplu hale dönüştürme çaba ve girişimlerine tam destek vermiş olmaktadır. Öte yandan Rusya-Ukrayna krizinin başından itibaren görüldüğü gibi, Batı dünyası Türkiye’nin bu politikasına karşı bir tutum geliştirmek bir yana tam tersine en son Tahıl Koridoru Anlaşmaları örneğinde gördüğümüz gibi Ankara’yı takdir etmektedirler; çünkü NATO’nun ikinci büyük ve savaş tecrübesi oldukça yüksek ordusuna sahip Türkiye’yi karşılarına almak işlerine gelmemektedir. Ve çok kutuplu bir dünyada görünebilir bir gelecekte doğrudan Türkiye karşıtı bir çizgiye gelmeleri pek mümkün görünmemektedir.
Bu çerçevede Türkiye çok kutupluluğu tam olarak lehine kullanmaya devam edecek, PKK/PYD’ye karşı Suriye’de yaptığı operasyonları sürdürecek ve Amerika’nın bu politikasını çok kutuplu dünya düzeni içinde sürdüremez hale getirmeye çalışacak gibi görünüyor. Bütün bu konularda Rusya’nın doğrudan desteğini alırken 5 Ağustos 2022 tarihinde Soçi’de yapılan Erdoğan-Putin görüşmesi ile Ankara-Moskova ikili ilişkilerinin ivme kazandığını ve Batılı gazetelerin Türkiye-Rusya arasındaki yakınlaşmadan Batılı başkentlerde alarm zillerinin çaldığını yazdıklarını not edelim; ama unutulmaması gereken şudur ki, bütün bunların sebebi Amerika’nın kendi politikalarıdır. ABD hem tek kutuplu dünyada Türkiye’ye karşı düşmanca niyetleri olduğunu açıkça göstermiş; Türkiye’nin tepki göstermesine rağmen bu politikalarda ısrar etmiş hem de çok kutupluluğa evrilen dünya gerçeğini kabul etmemekle kendi çıkarlarına zarar vermiştir ve vermeye de devam etmektedir. Ünlü Amerikan strateji uzmanı ve politikacı Zbigniew Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası” adlı kitabında Avrasya ana kıtasında Rusya ile Çin’in birlikte hareket etmesinin ve bunlara İran’ın da katılmasının Amerika’nın çıkarları açısından çok yıkıcı etkileri olabileceğinden söz etmişti. İdeolojik karakterli olmayan ve sadece Amerikan hegemonyasına karşı koyma amacıyla hareket edecek böyle bir birliğe Türkiye’nin de büyük ölçüde dâhil olmuş olduğunu duysa şimdi muhtemelen mezarında ters dönerdi.
Prof. Dr. Hasan Ünal
Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Kaynak: Çin Uluslararası Radyosu
Hibya Haber Ajansı