Ünlü tarihçi İlber Ortaylı Mehmet Akif Ersoy’un şiirinden bahsederken gözyaşlarına hakim olamadı / Haberin Peşinde Urfa
Tarihimize altın harflerle yazdığımız Çanakkale Zaferi’nin 107’nci yılı bir kez daha saygıyla anılıyor. Bu kapsamda bir televizyon programına katılan Türk tarihçi, akademisyen ve yazar Prof. Dr. İlber Ortaylı, Mehmet Akif Ersoy’un dizelerinden bahsederken gözyaşlarını tutamadı. Bazı kesimlerin öne sürdüğü gibi Alman komutanların değil, tamamı ile Türk komutanların savaştığını dile getiren ünlü tarihçi, “Âkif’in yazdığı Çanakkale şiirinde, yani şehitlerin ardından yazdığı mersiye için dönemin en önemli insanlarından bir tanesi ‘Allah’ın şairleri de vardır’ demiştir. Bu çok önemli bir şey. Şarkta da garpta da böyle bir abide yok” ifadelerini kullandı.
Tarihimize altın harflerle yazdığımız Çanakkale Zaferi’nin 107’nci yılı saygıyla anılıyor. Türk tarihçi, akademisyen ve yazar Prof. Dr. İlber Ortaylı, bu kapsamda NTV’nin konuğu oldu. Türkleri, dışardan anlamanın zor olduğunu belirten Ortaylı, “Bazen içerden, bazen dışardan bakmak lazım bu coğrafya değişiktir.” dedi.
“TÜRKİYE BU SAFSATALARI YUTMAZ”
Açıklamalarına devam eden İlber Ortaylı, savaşta hurafelerin olduğuna dair iddialara ilişkin de, “Bunlar hepsi büyük liderin rolünü azaltmaktır. Türkiye bunun gibi safsataları yutmaz.” ifadelerini kullandı.
“ŞARKTA DA GARPTA DA BÖYLE BİR ABİDE YOK”
Ortaylı, daha sonra konuyla ilgili sözlerine devam ederken Mehmet Akif Ersoy’un ‘Çanakkale Şehitlerine’ isimli şiirine değinirken duygu dolu anlar yaşadı. Ünlü tarihçi şu ifadeleri kullandı: “Âkif’in yazdığı Çanakkale şiirinde, yani şehitlerin ardından yazdığı mersiye için dönemin en önemli insanlarından bir tanesi ‘Allah’ın şairleri de vardır’ demiştir. Bu çok önemli bir şey. Şarkta da garpta da böyle bir abide yok”
MEHMET AKİF’İN “ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE” ŞİİRİ
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre .
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi…
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
İLBEY ORTAYLI,ÇANAKKALE